banner2

Yaşlı Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

YAŞLI OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

Dün bir arkadaşım telefon etti. Havadan sudan konuşurken, eve kapanma sırasın7da çok kitap okuduğundan söz edip, “Şimdi de Milan Kundera’yı okuyorum” dedi. Kundera’nın başka bir kitabını okuyormuş,  “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” değilmiş okuduğu kitap.

Bu konuşma hatırlatmış olmalı bu sabah uyanırken kafamda, bu yazının başlığı belirdi. Farkında olalım olmayalım, sürekli kurulan bağlantılar içinde yol alıyoruz. 

Bu yazılara başladığımda çok severek yazdığım Marilyn Monroe’ya ilişkin bir yazının adı, “Bakışlarının Dipsiz Kuyusu”ydu.  Oradan aktaralım:

“Kocası Arthur Miller diyordu ki, Marilyn’i (Monroe) içinde yüz kişi olan bir salona koyun ve orada çocukluğunu öksüz yaşamış biri olsun. Marilyn'in onu bulup yaklaşması sadece bir kaç dakika alır”. Bunu nasıl bilebiliyorsun diye sorduğunda ise, şu cevabı alırmış Miller, “Gözlerinden anlarım! Onların bakışlarının dipsiz kuyusunda ‘Beni seviyor musun?’ yazar”. 

“Onların bakışlarının dipsiz kuyusunda ‘beni seviyor musun?’ yazar”…

Sevmek, sevilmek ister insan.

Farkında olmadığı, belki kullanmayı bilmediği olağanüstü yetenekleri var.

İnsan olmak bağ kurmakla, birilerinin bakışlarının dipsiz kuyusuna bakabilmekle ilgilidir. 

Virüsün bize yaptığı en büyük kötülük ise öldürmesini bırakın, çok alışık olduğumuz tanışmak, konuşmak, sarılmak gibi kurduğumuz ne kadar bağ varsa onları engelleyip bizi izole etmek oldu. Konuşmayı nasıl engelledi derseniz, yüksek sesle konuşmak bile tehlikeli, doktorlar anlatıyor. 

Zaten yalnız doğup yalnız ölürken, virüs yalnızlığımızın karesini küpünü aldırdı bize.

Biz yine de direniyoruz. Geçen hafta izin günü olan Pazar günü bayram günüydü. Kükürtlü Caddesi’nde güzel havada dışarıya çıkan tüm yaşlılar, tanısın tanımasın birbirlerinin bayramlarını maskeli yüzleri ile öyle hoş, öyle güzel kutladılar ki... 

Bu kutlamaların ardında da bağ kurmanın dayanılmaz ağırlığı vardı elbette.

Nedense aklıma, Gülten Akın’ın “İlkyaz” şiiri geldi: “Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya” diyordu Akın. 

Böyle virüs günlerinde doğal olarak yaşlıları dinlemeye de kimsenin vakti yoktu. Zor günler yaşanıyordu, bir telaş bir telaş…

Her ne olursa olsun, virüsle olan mücadelede izin sürelerinin belirlenmesinde bile karşımıza iki sözcük çıkıyor: Rekabet ve işbirliği.  Hayat bir mücadele, bir kavga, bir savaştı ve ancak onunla rekabet gücü kuvvetli olan ülkeler, insanlar baş edebilirlerdi. 

Hayata uyum sağlayanlar hayatta kalır, gerisi de silinip giderdi. Bu yanlış mı, en azından yanlış demeye dilim varmıyor, ne yazık ki gerçekler böyle.

Şimdi dönelim yazımızın başlığına, yaşlı olmanın dayanılmaz ağırlığına. Bu ağırlık öyle bir ağırlık ki zaten sonunda yaşlı bu ağırlığa dayanamayıp havlu atmak zorunda kalıyor. 

Evet, insan öleceğini bile bile yaşayan tek canlı ama yaşlılık da bu duygunun en yoğun yaşandığı bir dönem.

Yaşlı kendini dışlanmış hissediyor, ne kadar bağ kurmaya çalışsa da aklından sürekli bunlar boşuna diye geçiyor…

Yorulmuş, sıkılmış, itilmiş. Birçok şey onun için anlamını kaybetmiş. Her yerde başköşeye gelip oturmuş olan teknolojiden uzak, torunlara muhtaç…

Elinde bir tek, kimsenin dinlemediği anıları var…

Onları anlatmaya kalksa da, “Bozuk plak gibi bu da devamlı bunları tekrarlıyor” denecek…

Zor bir dönem, herkes bunun bilincinde.

İşte bu zor dönemde bir de siz onları, “Çalışan yaşlılar sokağa çıkabilir, çalışmayanlar evde otursun” diye ikiye ayırırsanız, bu gerçekten çok acı olur.

Yaşlılar da oturur, “Bizi virüs değil, sevdiklerimizin sözleri öldürür” der çıkarlar işin içinden.

Koruyalım derken kimseyi virüsten koruyamaz, üzersiniz. Çünkü hayatın bu dönemine artık ”rekabet” sözcüğü yakışmaz; giderayak “işbirliği” daha iyi gider.

Neden mi?

Ölümden öte köy yoktur da ondan…

YORUM EKLE